26
Eki 2024
Kaygı Bir İşaret (mi?)
Kaygı, son zamanlarda dilimizden düşmeyen bir kavramdır. Şu günlerde karşılaştığımız, gündemden düşmeyen, gözümüze ilişen görüntüler, kulaklarımıza ulaştırılan bu görüntülerin söylemleri bu kaygı kelimesini tekrar gündeme taşıyor oldu. Özellikle pratiğin içerisinde ve sosyal ortamlarda bununla karşılaşmanın, bir 'söz' söyleme ihtiyacı doğurduğunu söyleyebilirim. Peki nedir bu bahsedilen kaygı durumu?
Kaygı kelimesinin Türk Dil Kurumu'nda iki tanımı vardır: '1. Üzücü veya kötü bir şey olacak korkusundan doğan tedirgin edici duygu; düşünce, tasa, küşüm, endişe, gam. 2. Genellikle kötü bir şey olacakmış düşüncesiyle ortaya çıkan ve sebebi bilinmeyen gerginlik duygusu.' Bu tanımların ortak paydası, henüz gerçekleşmemiş ama her an gerçekleşebilir olarak düşünülen bir durumun varlığıdır. Bu aşamada güncel olan durumları da dışarıda bırakmamak adına, Sigmund Freud'un 'gerçekçi kaygı' olarak bahsettiği duruma bakmak gerekir. Bu kavram Freud'a göre bizi sarsan bir durumdan itibaren kendini gösterir ve anlaşılırdır. Gerçekçi kaygı dışarıdaki bir tehlike durumunu algılamadan kaynaklanan bir tepkidir ve Freud burayı kaçma refleksi ile ilişkilendirir. Bu aslında korkuyu da anımsatır. Korku, benliğin hiç hazırlıklı olmadığı bir gerçeklik ihlalidir. Gerçekliğin bu ortaya çıkışı dayanılmazdır, dolayımsızdır, kelimeler ve görüntüler aracılığıyla tercüme edilemez. Buradan yola çıkarak Freud, dışarıdan gelenler karşısında hissedilen gerçek kaygıyı, bilinçdışından kaynaklanan nevrotik kaygıdan ayırır. Dolayısıyla, benim burada bahsedeceğim kaygı, gerçek bir durum karşısında olan, sonrasında korkuya dönüşen kaygıdan ziyade, psikanalizde kaygının ne anlama geldiği ve neyin işareti olduğu ile ilgili olacaktır.
Jacques Lacan kaygı hakkında yenilikçi bir bakış açısı getirmiştir. Ona göre kaygı, öznenin Öteki'nin arzusuyla karşılaştığı, Öteki'nin arzusunda nasıl bir nesne olduğunu bilmediği durumda belirir. Yani Lacan kaygıyı eksiklik kavramıyla açıklar. Eksik/boşluk şu örnekle anlaşılabilir: Başlangıçta anne ve bebek simbiyotik bir ilişki içindedir. Bebek ağlar, sesler çıkarır, annesi bebeğin bu çağrısını duyar ve cevap verir, belki acıkmıştır, belki uykusu gelmiştir… Ancak anne bir süre sonra kendi rutinine de dönmek durumundadır, aslında bir nevi kendi arzusundan itibaren olan rutinler (Rutin kelimesini sadece bir örnek olarak kullanıyorum, bakışının başkasına dönmesi de bir örnek olabilir, burada mesele annenin farklı bir yere, 'başka'ya yönelmesidir.). Bu durumda bebek bir ağlayışla talepte bulunur, ancak anne bu talebe anında cevap veremez. Zamansal bir boşluk vardır. Bu boşlukta bebek, talep ettiği ve geleceğini umduğu şeyi arzu etmeye başlar. Çünkü bir anlık da olsa yoktur, eksiktir. Dolayısıyla bu eksik olmazsa, arzu da olmayacaktır. Lacan'ın söylemiyle arzu bir eksikten doğar, kaygı ise bu eksikliğin eksikliğinde belirir. Kaygı durumlarında, boşluğu tıkayan, tıpaç görevi gören bir şey vardır. Özne, bu boşluktan itibaren bir yere yerleşebilir, kendi öznel sözcüklerini çıkarabilir, ancak burada bir tıpaç varsa özne nerede konumlanabilir? Burada bir 'yer' meselesi çıkar karşımıza. Kendi öznel sözcüklerini çıkarabilir dedik, mesela kaygı durumlarını düşündüğümüzde aslında bunun hakkında pek bir şey söyleyemez insanlar. Kaygılanıyor, evet, ama niçin? Burada sözcüklerin sustuğunu farkederiz. Hatta bir örnek olarak panik atak durumlarını alabiliriz. Özne, öylesine susar ki bedenin gerçeği konuşmak durumunda kalır, hastane hastane gezerek kendisine bir şey olacağını, öleceğini söyler. Tam da bu 'ölmek düşüncesi' bir yerin tıkandığını, dolayısıyla öznenin bir ölüm-kalım meselesi içinde olduğunu duyurmaz mı bize?
Özne, konuşan bir varlık haline geldiğinde, yani dile girdiğinde, simgesel kastrasyona tâbi olur. İlk dönemle simbiyotik bir ilişki olduğunu söylemiştik, yani bir boşluğun tanınmadığı bir durum. Buradaki boşluk belirmeye başladığı andan itibaren bebek, orada aldığı jouissance'dan mahrum kalır. Fransızca olan jouissance terimi 'keyif' anlamına gelir. Lacan, bu terimi Haz İlkesi üzerinden açıklar. Haz İlkesi, özneye 'olabildiğinde az haz duy' diye buyuran bir yasadır. Kapitalist söylemin aksine… Özne, tekrar tekrar bu yasağı aşmaya, 'haz ilkesinin ötesi'ne geçmeye çalışır. Ancak haz ilkesinin ötesinde haz yoktur, acı vardır, çünkü öznenin karşılayabileceği haz miktarının bir sınırı vardır. Madde bağımlılıkları buraya bir örnektir ki bildiğimiz üzere sonu felakettir. Bu anlamda jouissance acı çekmektir. Ölüm dürtüsü, öznenin jouissance erişimini sağlamak için haz ilkesini yıkıp geçme arzusudur. Dolayısıyla jouissance'ı 'ölüme giden yol' olarak okuyabiliriz. Lacan'a göre her dürtü ölüm dürtüsüdür. Özne, eksiğin olmadığı bir durumda, yoğun jouissance'dan kaygılanarak korunabilir. Çünkü, jouissance'ın kesilmesiyle bir boşluk oluşabilir ve özne bu boşluktan itibaren arzulayabilir olacaktır. Bu anlamda kaygı, arzuya yönelik bir işarettir.
Kaygı durumlarında, oradaki beliremeyen, tıkanan sözcüklere yer açmaktan, alan tanımaktan ziyade yönelinen tıbbi ilaçlar tıpaçtan farksızdır. Hâl böyleyken, kaygı, insan olmaya, konuşabilmeye dair varoluşsal bir sıkıntı olarak okumaya ne hacet, bir de abartılı bir tıbbi hastalığa dönüştürülmüştür. Burada amaç, insanın acı çekmesini sıfıra indirmek ve jouissance'dan bir feragat etmesinin önüne geçmektir. Çünkü en nihayetinde kapitalizm bize 'zevklen' diye öğüt verir, ilaç firmaları da bu durumu kendi lehine çevirmiştir. Buradaki eleştiri tüm ilaç kullanımlarına dair değil elbette, ancak kaygıya bir kulak uzatmadan verilen hap/tıpaç, psikanalitik bir bakış itibariyle etik bir durum değildir. Lacan, 'söz bir armağandır' demiştir. O sözü söyleyebilmek için önce bir yer tahsis etmek gerekir ki o yerden itibaren bir anlatı, bir söz mümkün olabilsin. Bu yer tanınmıyor ve sürekli bir tıpaçla üzeri örtülüyorsa (örtülüyor diyorum çünkü bu boşluğun, bu yerin kapanması diye bir şey mümkün değildir) işte o zaman bir ölüm-kalım meselesi haline gelir. Film yapımcısı Ingmar Bergman, Otobiyografisi Laterna Magica'da şöyle yazıyor: 'Bazen madenin dibinde çılgın bir uluma duyuyorum, sadece yankısı bana ulaşıyor, beni uyarmadan vuruyor. Sınırsızca çığlık atan bir çocuk sonsuza kadar kilit altında. Ama yine de düşüyorum, düşüyorum ve hiçbir şeye tutunamadan hayatın uçurumunu aşıyorum. Bu uçurum bir gerçektir. Üstelik dibi olmayan bir uçurum, en alttaki bir kayaya ya da bir su aynasına çarparak kendinizi öldürmüyorsunuz bile. Anne, arıyorum, her zaman aradığım gibi anneme bağırıyorum […] Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum. Birlikte neler yaşıyoruz? Bundan kurtulamayacağız […] Birinin çığlık attığını duyuyorum, belki o benimdir.' Bu anlatıda şunu duyabiliriz; sözün olmadığı yerde zevk konuşur, bu da gerçekle (reel), ölüm dürtüsüyle ilişkilidir. Bu gerçeğin evcilleştirilmesi bir yer ile, bir söz ile mümkündür. O halde, ölüm değil yaşam için, o sözü konuşacak bir yer, duyuracak bir kulak nasıl mümkün olabilir?