Sigmund Freud, 19. ve 20. yüzyılın başlarında psikanaliz adını verdiği bir psikoterapi yaklaşımını geliştirdi. Freud, insanın bilinçdışındaki düşüncelerin, duyguların ve motivasyonların bilinçdışı süreçlerle yönlendirildiğini ve bu süreçlerin psikolojik sorunlara yol açabileceğini öne sürdü.
Freud'un psikanalitik yaklaşımı, terapi sürecinde hastanın rüyalarını, serbest çağrışımı ve bilinçdışı düşüncelerini incelemeyi içerir. Terapist, hastanın bilinçdışındaki iç çatışmaları ve bastırılmış duyguları keşfetmeye çalışır ve bu şekilde kişinin psikolojik sorunlarına daha derinlemesine anlayış kazandırmayı amaçlar.
Freud'un çalışmaları, psikanalitik psikoterapinin temelini atmış ve daha sonra birçok psikanalist ve terapist tarafından geliştirilmiştir. Psikanalitik psikoterapi, bireyin bilinçdışı süreçlerini ve içsel çatışmalarını anlamaya ve bu içsel süreçlerin terapötik bir şekilde işlenmesine odaklanır.
1. Bilinçdışı İçeriğe Odaklanma: Psikanalitik psikoterapi, bireyin bilinçdışı dünyasını anlamaya odaklanır. Terapist ve hasta, bilinçdışındaki içerikleri ve bastırılmış düşünceleri keşfetmeye çalışır.
2. Serbest Çağırışım: Terapötik ortamda, hasta serbestçe düşünce ve duygularını ifade etme özgürlüğüne sahiptir. Bu serbest ifade, bilinçdışı içeriklerin ve duygusal deneyimlerin ortaya çıkmasına yardımcı olabilir.
3. Analiz: Psikanalitik terapide, semptomların analizi ve sembollerin çözülmesi önemlidir. Semptomların ve rüyaların sembolik anlamları anlaşılmaya çalışılır.
4. Bireysel Farkındalık: Terapi süreci, bireyin kendi içsel dünyası ve ilişkileri hakkında daha fazla farkındalık kazanmasına yardımcı olabilir. Bu, bireyin kendine dair bir özne oluşturmasına yardımcı olabilir.
Psikanalitik terapi genellikle sık oturumlarla gerçekleştirilir. Haftada bir veya daha sık seanslar düzenlenir. Bu sık oturumlar, bilinçdışı içeriklerin daha derinlemesine keşfedilmesine yardımcı olabilir. Psikanalitik terapi genellikle uzun süreli bir terapidir. Tedavi süreci aylar veya yıllar sürebilir, çünkü bilinçdışı içeriklerin anlaşılması zaman alabilir.
Jacques Lacan, psikanalitik terapinin geleneksel oturum yapısına alternatif olarak "kesmeli seans" (fransızca: séance brisée) yöntemini önermiştir. Bu terapi yöntemi, Lacan'ın psikanalitik pratiği içinde yer alır ve geleneksel psikanalizden farklı bir yaklaşım sunar. Kesmeli seanslar, geleneksel uzun oturumlar yerine daha kısa ve yoğun terapi seanslarını içerir. Bu yöntem hastanın sürekli olarak düşünce ve duygularını ifade etmesini teşvik eder. Bu, bilinçdışı içeriklerin daha hızlı ortaya çıkmasına yardımcı olabilir.
Sonuç olarak psikanalitik psikoterapi, bireylerin içsel çatışmalarını ve bilinçdışı içeriklerini anlamalarına ve bu içsel süreçlerle daha sağlıklı bir şekilde başa çıkmalarına yardımcı olabilir. Ancak uzun süreli bir terapi olması ve sık oturumlar gerektirmesi, bazı kişiler için uygun olmayabilir. Terapist ve hasta arasındaki güvenli terapötik ilişki, tedavinin başarısı için kritik öneme sahiptir.
Psikanalizde "konuşma kürü" terimi, psikanalitik terapi sürecinde hastanın terapistiyle düzenli olarak konuşmalarını ifade eder. Bu terapötik yöntem, hastanın bilinçdışı süreçlerini, duygusal deneyimlerini ve düşünce kalıplarını anlamaya ve keşfetmeye odaklanır. Konuşma kürü sırasında hastanın serbest çağrışımı kullanarak, içinden geçen düşünceleri ve duygusal içerikleri ifade etmesi teşvik edilir.
Terapist, hastanın ifade ettiği içeriklere dikkatlice kulak verir, semboller ve metaforlar arar ve bu süreçte hastanın bilinçdışındaki dinamikleri anlamaya çalışır. Psikanalitik terapi genellikle uzun vadeli bir yaklaşım olduğundan, bu söylemler zaman içinde daha fazla derinleşebilir.
Serbest çağrışım, psikanalitik terapide sıkça kullanılan bir terimdir. Serbest çağrışım sürecinde, hasta terapiste herhangi bir düşünce veya duygu ifade etmeye başlar. Bu ifadeler genellikle spontane ve düşünülmeden gelir. Terapist, hastanın ifadelerini dikkatlice dinler ve üzerine sorular sormadan veya yargılamadan bu ifadeleri serbestçe akışına bırakır. Hasta, düşüncelerini, hatıralarını, rüyalarını ve duygusal içerikleri ifade eder. Psikanalitik terapinin temel bir unsuru olan serbest çağrışım, hastanın kendi iç dünyasını daha iyi keşfetmesine yardımcı olur.
Sigmund Freud’un metninden (Tedaviye Başlamak Üzerine,1913) bir alıntı:
"Başlamadan önce bir şey daha var. Bana anlatacakların sıradan bir sohbette anlatacaklarından farklı olmalıdır. Genellikle, haklı olarak, esas noktadan uzaklaşmamak adına sözlerin arasındaki bağlantı muhafaza etmeye ve aklına gelerek araya giren fikirleri ve tali meseleleri dışarıda bırakmaya çalışırsın. Lâkin içinde bulunduğumuz durumda farklı bir şekilde devam etmen gerekir. Belirli eleştiriler ve itirazlara istinaden bir kenara bırakmaya tercih edeceğin aklına gelen çeşitli düşünceleri bir şeylerle ilişkilendirdiğini fark edeceksin. Bunun ya da şunun bu noktada ilgisiz ya da oldukça önemsiz ya da mantıksız olduğu gerekçesiyle onlardan bahsetmeye gerek olmadığını söylemeye eğilimli olacaksın. Hiçbir zaman bu eleştirilere teslim olmamalı bunlara rağmen söyleyeceğini söylemelisin - bilhassa söylemeyi istemediğin için söylemelisin. Sonradan, takip etmen gereken bu yegâne ihtarın sebebini keşfedecek ve onu anlamayı öğreneceksin. Dolayısıyla, aklından ne geçerse söyle. Örneğin, bir tren vagonunun cam kenarında oturan bir gezgin olduğunu ve vagonun içerisindeki bir kimseye dışarıdan gördüğün değişen görüntüleri tarif ettiğini düşün. Son olarak, mutlak surette dürüst olacağına söz verdiğini unutma ve şu ya da bu sebeple bahsetmesi nahoş olduğu için hiçbir şeyi dışarıda bırakma."
Sigmund Freud ve Jacques Lacan, psikanalizin temel kavramlarından biri olan bilinçdışını farklı şekillerde tanımlarlar, ve bu iki psikanalistin bilinçdışı hakkındaki görüşleri arasında bazı benzerlikler ve farklılıklar vardır.
Freud ve Bilinçdışı:
- Freud'a göre bilinçdışı, insan zihninde bilinçte olmayan veya erişilmesi zor olan düşünceler, istekler, anılar ve duygusal içeriklerin depolandığı bir bölgedir. Bu bilinçdışı içerikler, bilinçte bastırılmış veya unutulmuş olabilir.
- Freud, bilinçdışının bireyin davranışlarını, duygusal tepkilerini ve rüyalarını etkilediğini öne sürer. Bilinçdışındaki içerikler, psikanalitik terapi ile ortaya çıkarılarak kişinin psikolojik rahatsızlıklarının anlaşılmasına ve dolayısıyla semptomun yönlendirilmesine yardımcı olur.
Lacan ve Bilinçdışı:
- Lacan, bilinçdışını Freud'u takip ederek ele alır, ancak kendi özgün düşüncelerini de ekler. Ona göre, bilinçdışı dilin ve sembollerin etkisi ile oluşmuştur. “Bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır” sözü bu anlamda mühimdir.
- Lacan, bilinçdışının üç aşamalı bir yapıya sahip olduğunu öne sürer: Gerçek (Real), Simgesel (Symbolic), ve İmgesel (Imaginary). Bu üç aşama, kişinin benlik oluşumunu ve algısını şekillendirir.
- Lacan'ın bilinçdışı, sembolizm ve dilin etkisiyle oluşan sembolik bir düşünce yapısıdır. Bu nedenle, terapide sembollerin ve dilin anlamları anlaşılarak bireyin bilinçdışı içeriklerini anlaması hedeflenir. Kişinin rüyaları, düşünceleri ve davranışları, bu semboller itibari ile şekillenir.
Genel olarak, hem Freud hem de Lacan, bilinçdışının kişinin zihinsel yaşamının önemli bir parçası olduğunu kabul ederler, ancak Lacan, bilinçdışının sembolik ve dilin etkisi altında olduğunu daha fazla vurgular. Bu nedenle, Lacan'ın bilinçdışı teorisi, sembolizmin ve dilin rolünü psikanalizde daha fazla vurgular.
Travma, bir bireyin yaşantıladığı durumların veya deneyimlerin, bireyin zihinsel ve duygusal sağlığını ciddi bir şekilde etkileyen, travmatik etkiler yaratan deneyimler olarak tanımlanır. Travma, genellikle bireyin normal bir şekilde başa çıkamayacağı kadar yoğun veya tehditkar bir şekilde deneyimlediği olaylarla ilişkilendirilir. Travma, fiziksel şiddet, cinsel saldırı, savaş deneyimleri, doğal felaketler, ağır kazalar veya çocukluk döneminde istismar gibi bir dizi farklı olayla bağlantılı olabilir. Travmatik yaşantılar, özellikle çocukluk döneminde yaşandığında, bireyin benlik algısına derinlemesine bir etkide bulunabilir.
Lacan, travma konusuna kendi özgün bakış açısını getirmiş ve bu konuda farklı bir çok görüşler ileri sürmüştür. Lacan'a göre, travma ve psikanaliz arasındaki ilişkiyi anlamak için özellikle semboller, dil ve konuşma süreçleri üzerinde odaklanmak önemlidir. Onun kuramı, travmanın bireyin bilinçdışında olan çözülememiş bir deneyim olduğunu öne sürer. Bu deneyim, bireyin semboller ve dil aracılığıyla ifade edemeyeceği kadar yoğun ve anlamlıdır. Lacan'a göre, travmatik deneyimler bireyin sembolik dünyasını sarsar. Birey, travma deneyimiyle kendini ve dünyayı anlama biçimini kökten değiştirebilir. Bu, kişinin kendilik algısını ve kimliğini etkileyebilir.
Freud, travma ve bilinçdışı süreçler arasındaki ilişkiyi anlamak için çalışmış ve bazı görüşlerde bulunmuştur. Özellikle çocukluk dönemindeki travmatik deneyimlerin, ileri yaşlarda psikolojik meselelere neden olabileceğini öne sürmüştür. İnsanların travmatik deneyimleriyle baş etmek için bilinçdışına bastırma mekanizmasını kullandıklarını iddia etmiştir. Bu, bireyin travmatik deneyimleri bilinçten uzaklaştırmasını sağlar. Freud, travmanın bilinçdışında bastırılmış olduğunu ve bu bastırılmış deneyimlerin semptomlar yoluyla tekrar yüzeye çıkabileceğini öne sürmüştür. Bastırılan; semptomlar, anksiyete, fobi, obsesyonlar veya diğer psikolojik meseleler şeklinde kendini gösterebilir. Freud bunu “bastırılanın geri dönüşü” olarak ifade etmektedir.
Psikanaliz, travmatik yaşantıları incelerken, travmanın bilinçdışında nasıl işlendiğini ve bireyin savunma mekanizmaları aracılığıyla nasıl başa çıkmaya çalıştığını anlamaya odaklanır. Bu yaklaşım, travmatik deneyimlerin çözümlenmesine ve kişinin bu deneyimlerin etkileriyle başa çıkmasına yardımcı olmayı amaçlar. Bu nedenle, psikanalitik terapinin hedefi, bireyin travmatik yaşantılarını anlaması ve bu yaşantıların etkilerini ele alması için kişiselleştirilmiş bir yaklaşım sunmaktır. Terapist danışan ile birlikte, danışanın travmatik yaşantılarını ve bu yaşantıların tarihini anlamaya odaklanır. Bu, travmanın ne zaman ve nasıl ortaya çıktığını belirlemeye yardımcı olur. Terapist, bireyin travmatik deneyimlerini anlamlandırmasına yardımcı olur. Bu, bireyin deneyimlerini daha geniş bir bağlam içinde değerlendirmesine yardımcı olabilir.
Freud'a göre, travmatik yaşantıların etkileri, psikanalitik terapi yoluyla anlaşılabilir ve çözülebilir.
Lacancı yaklaşım, travmanın sembolik düzen içindeki yansımalarını anlamak ve çözmek için psikanalitik yorumlamaya dayanır. Terapi sürecinde hastanın travmatik deneyimlerinin sembolik bağlamını açığa çıkarmaya çalışılır.
Travma ile çalışma süreci kişiselleştirilir ve her birey için farklı olabilir. Psikanalitik psikoterapi, kişinin travmatik deneyimlerine daha derinlemesine anlayış geliştirmesine ve bu deneyimlerin etkileriyle başa çıkmasına yardımcı olabilir, ancak bu süreç zaman alabilir. Terapi, kişinin psikolojik iyileşme yolunda ilerlemesine destek olur.
Kayıp ve yas, bireylerin travmatik deneyimlerini işleme sürecinin mühim bir kısmını temsil eder. Kayıp, sevdiklerini, önemli nesneleri veya anlamlı ilişkileri kaybetme deneyimini ifade eder. Yas ise bu kaybı kabul etme ve ruhsal olarak işleme sürecini tanımlar. Kayıp sevilen birinin ölümü gibi travmatik bir deneyim, bir kişinin yas sürecini başlatır. Yas kaybın sembolik bir ifadesidir. Yas, kaybedilen nesnenin sembolik düzeyde kabul edilmesi ve bu kaybın dile getirilmesi sürecini içerir. Yas, bireyin sembolik düzeyde kayıp nesneyi kabul etmesine yardımcı olur. Yas, belli bir süre kadar doğal bir tepki olarak kabul edilir.
Psikanalitik psikoterapi, kayıp ve yas gibi duygusal konuları ele almak için derinlemesine bir yaklaşım sunar. Hastanın kaybı veya yası hakkında daha fazla anlayış geliştirmek için hastanın hikayesi, ilişkileri ve duygusal deneyimleri mercek altına alınır. Hastanın kayıp veya yasa ilişkin duygularını ifade etmesi sağlanır. Bu duygusal ifade, terapi sürecinde duygusal rahatlama sağlayabilir. Psikanalitik terapi, sembollerin ve rüyaların analizini içerir. Kayıp veya yas, semboller ve rüyalarda ortaya çıkabilir ve bu sembollerin anlamı incelenir. Hastanın geçmiş ilişkilerini ve aile dinamiklerini inceleyerek, kayıp veya yasın kökenleri anlaşılmaya çalışılır.
Depresyon, bireyin iç dünyasındaki çeşitli dinamiklerin sonucu olarak ortaya çıkan ve psikolojik bir mesele olarak ele alınan bir durumdur. Bireyin duygusal, bilişsel ve davranışsal düzeyde genellikle derin bir üzüntü, çaresizlik ve umutsuzluk hissettiği bir durumu ifade eder.
Psikanalitik ekole göre, depresyonun altında yatan temel dinamiklerden biri içsel çatışmalardır. Bu çatışmalar, bilinçdışındaki istekler, değerler ve suçluluk duyguları gibi faktörler arasında gerçekleşir. Depresyon sıklıkla suçluluk duygularıyla ilişkilendirilir. Birey, içsel olarak suçluluk hissiyatı yaşayabilir ve bu suçluluk duyguları depresyonun bir parçası olabilir. Psikanalitik yaklaşıma göre, depresyonun temelinde, bireyin içsel olarak sevilen bir nesneyi kaybetme veya bu nesneye yönelik bir tehdit algılaması vardır. Bu nesne kaybı veya tehdidi, depresyon semptomlarına yol açabilir. Depresyon, bireyin kendilik algısına etkide bulunabilir. Birey, kendisini değersiz veya yeteneksiz hissedebilir.
Depresyon, bireyin kaybı kabul edemediği ve kaybedilen nesneyi içselleştiremediği bir durumdur. Bu durumda, kişi suçluluk duyguları taşır ve kendini değersiz hisseder. Depresyon, kişinin sembolik düzeyde kaybedilen nesneyi ele alamadığı bir süreçtir.
Terapinin amacı, bu içsel dinamikleri anlamak ve kişinin duygusal rahatsızlığını hafifletmeye yardımcı olmaktır. Terapist, kişinin iç dünyasını keşfetmek ve depresyonun kökenlerini çözmek için kişisel bir analiz süreci sunar. Depresyon bastırılmış öfke ve suçluluk duygularının sonucu olabilir, terapi hastanın bu duyguları ifade etmesine ve anlamasına yardımcı olur. Depresyon sembolik bir kayıp durumudur ve dil aracılığıyla işlenmesi gerekir. Terapi, hastanın sembolik düzeyde kaybı ifade etmesine ve anlamlandırmasına yardımcı olur. Süreç içerisinde dil kullanımı analiz edilir ve sembollerin altında yatan anlamlar aranır.
Depresyonun anlamı ve nedenleri kişiden kişiye değişiklik gösterebilir, bu sebeple psikanalitik terapi kişiselleştirilmiş bir yaklaşım gerektirir.
Bağımlılık, genellikle bireyin bir maddeye, davranışa veya ilişkiye aşırı derecede bağımlı hale gelmesi ve bu bağımlılığın bireyin günlük yaşamını, ilişkilerini ve işlevselliğini olumsuz yönde etkilemesi olarak tanımlanır. Bağımlılık psikanalitik yaklaşımla incelendiğinde, altında yatan psikodinamikler ve içsel çatışmalar öne çıkar. Bu çatışmalar, bireyin duygusal ihtiyaçlarını ve arzularını bastırma veya yönetme zorunluluğuyla ilişkilendirilebilir. Bağımlılık, bireyin içsel çatışmaları yönetmek için kullandığı savunma mekanizmalarının bir sonucu olarak ortaya çıkabilir. Örnek olarak, birey stresle başa çıkmak için alkol veya uyuşturucu madde kullanabilir. Kişi, içsel bir eksiklik veya tatminsizlik hissiyle baş etmek için de bağımlılık geliştirebilir. Bağımlılık değişik şekillerde ortaya çıkabilir, örneğin madde bağımlılığı, alışveriş bağımlılığı, cinsellik bağımlılığı, internet bağımlılığı vb.
Bağımlılık, psikanalitik terapinin birçok uygulama alanından biri olmuştur. Terapi süreci, bireyin bağımlılığın altında yatan psikodinamikleri anlamasına, içsel çatışmaları yönetmesine ve alternatif yolları keşfetmesine yardımcı olmayı hedefler. Bu, bireyin bağımlılığıyla daha sağlıklı bir şekilde baş etmesine ve psikolojik iyileşme yolunda ilerlemesine yardımcı olabilir. Bağımlılık sembolik bir rahatlama ve içsel çatışmaların geçici bir kaçışıdır. Bu nedenle, bağımlılığın altında yatan içsel dinamikleri anlamak ve bu çatışmaları işlemek önemlidir.
Fobi bir tür anksiyete bozukluğu olarak kabul edilir ve bireyin belirli bir nesne, durum veya duruma karşı aşırı ve irrasyonel bir korku veya endişe geliştirmesi durumunu ifade eder. Freud'un psikanalitik teorisine göre, fobiler genellikle bilinçdışı içsel çatışmaların bir sonucu olarak ortaya çıkar. Fobiler bilinçdışı dürtülerin veya isteklerin bilinçdışı savunma mekanizmaları yoluyla bastırılmasının bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu bastırılan dürtüler veya istekler, fobiye neden olan nesne veya durumla ilişkilendirilir. Fobi, kişinin bilinçdışında yaşadığı bir çatışmanın sembolik bir yansıması olarak ortaya çıkar. Fobinin nesnesi, bireyin bilinçdışı içeriklerini temsil eder ve bu nesne veya durumdan kaçınma, bu içeriklerin bilinçdışına geri dönmesini engellemeye yöneliktir. Fobi bilinçdışı dürtülerin bastırılmasını sağlar ve bu nedenle kişinin içsel çatışmalardan kaçınmasına yardımcı olur. Ancak, fobi aynı zamanda kişinin yaşamını kısıtlayabilir ve normal işlevselliğini etkileyebilir.
Psikanalitik terapide, fobilerin kökenini ve sembolizmini keşfetmek ve kişinin bilinçdışı içeriklerini farketmesinde yardımcı olmak hedeflenir. Bu sayede fobilerin üstesinden gelmek ve bilinçdışındaki çatışmaları çözmek mümkün olabilir. Psikanalitik terapide fobi, sembolik anlamları ve bilinçdışındaki çatışmaları anlamak için bir araç olarak kullanılabilir. Fobi semptomu, bireyin bilinçdışı içeriklerinin anlaşılmasına ve bu çatışmaların çözülmesine katkı sağlayabilir. Hastanın fobisinin nedenini ve fobi semptomlarının arkasındaki bilinçdışı çatışmayı keşfetmek hedeflenir. Fobi semptomlarının altında yatan bilinçdışı dürtüler ve istekler belirlenmeye çalışılır.
Freud, fobi tedavisiyle ilgili birçok klinik vakayla çalışmıştır. En ünlü fobi vakalarından biri, "Küçük Hans" olarak adlandırılan bir çocuğun tedavi sürecini incelediği bir çalışmadır. Bu çalışma, Freud'un fobilerin psikanalitik yaklaşımla tedavi edilebileceğini göstermek için önemli bir örnektir. Küçük Hans'ın en belirgin fobilerinden biri, atların ona zarar vereceği veya yere düşeceği korkusuydu. Freud, Küçük Hans’ın babası vasıtasıyla serbestçe düşünmesini istedi. Çocuğun anıları, düşünceleri ve rüyaları üzerine konuşması teşvik edildi. Freud, Küçük Hans'ın fobilerinin arkasındaki nedenin, babası ve anne-babası arasındaki ilişkideki gerilimli bir olay olduğunu tespit etti. Bu durum, çocuğun cinsel eğitimi ile ilgiliydi ve bu konu bilinçdışı endişeleri tetiklemişti. Freud, Küçük Hans'ın fobilerini bu bilinçdışı endişeleri anlaması ve ifade etmesi yoluyla çözmeye çalıştı. Freud'a göre, bu süreç, çocuğun fobilerini aşmasına ve daha sağlıklı bir psikolojik duruma kavuşmasına yardımcı oldu. Fobinin tedavisi ile ilgili detaylı bir bilgiye ulaşmak isterseniz Freud’un Küçük Hans adlı kitabını okuyabilirsiniz.
Psikanalitik ekolde anksiyete, bilinçdışı süreçlerin bir ürünü olarak ele alınır. Anksiyete, bilinçdışına bastırılmış olan dürtüler, istekler veya çatışmaların yüzeye çıkmasıyla ilişkilendirilir. Anksiyete, sembolik anlamların bir sonucu olarak ortaya çıkar. Korkulan nesne veya durum, sembolik anlamlarla yüklüdür ve bu yüklemeler anksiyeteyi tetikler. Lacan, gerçek anksiyete ve sembolik anksiyete arasında ayrım yapar. Gerçek anksiyete, fiziksel tehlikeler veya gerçek dünyadaki tehditlerden kaynaklanırken, sembolik anksiyete, sembolik düşünce ve dilin etkisiyle oluşur.
Psikanalitik terapide, anksiyete ile çalışmak, kişinin bilinçdışındaki çatışmaları anlamasına ve bu çatışmaları çözmesine yardımcı olmaya yöneliktir. Bu, rüya yorumlama, serbest çağrışım, dil sürçmelerinin yorumlanması gibi tekniklerle yapılır. Anksiyetenin bilinçdışındaki kökenlerini anlamak, bireyin psikolojik iyi oluşunu geliştirmesine yardımcı olabilir. Psikanalitik terapi yaklaşımı, hastanın sembolik anlamları ve sembollerin etkisini anlamasına yöneliktir. Terapi sürecinde, dilin ve sembollerin hastanın anksiyetesini nasıl etkilediği incelenir. Hastanın sembolik düşünceyi ve dilin etkisini anlaması, anksiyeteyi azaltmaya yardımcı olabilir.
Psikanalizde panik atak, kişinin bilinçdışında yatan içsel çatışmaların veya bastırılmış duygusal içeriklerin sembolik bir yansıması olarak kabul edilen bir psikolojik fenomeni ifade eder. Panik atak, şiddetli anksiyete ve korku nöbetleri olarak tanımlanır ve genellikle fiziksel semptomlarla birlikte gelir, bu semptomlar arasında nefes darlığı, kalp çarpıntısı, terleme ve titreme gibi belirtiler bulunabilir. Panik ataklar, psikanaliz teorisine göre, bilinçdışında bastırılmış veya çözülememiş duygusal çatışmaların veya isteklerin aniden yüzeye çıkması sonucu ortaya çıkar. Bu ataklar, kişinin bilinçdışında bu çatışmalara veya isteklere direnç göstermesi sonucu tetiklenebilir.
Psikanalitik terapi, panik atakları hastaların geçmiş deneyimleri, travmaları ve bilinçdışındaki içerikleri anlamaya çalışarak ele alır. Bu süreçte, panik atakların altında yatan bilinçdışı çatışmaları anlamak ve bu çatışmaları çözmeye yönelik çalışmalar yapılır. Psikanalitik terapi, panik atakların sebeplerini anlama ve bireyin bu ataklarla başa çıkmasına yardımcı olma amacını taşır. Panik atakların altında yatan bilinçdışı içerikleri anlamak ve çözmek, terapist ve hasta arasındaki işbirliği ile gerçekleştirilir. Bu içerikler, terapist ve hasta arasındaki konuşmalar, rüya yorumlamaları ve serbest çağrışım gibi tekniklerle keşfedilir.
Psikanalizde yeme bozuklukları, bireyin ilişkisini yeme ve beslenmeyle nasıl kurduğunu, bu davranışların altında yatan bilinçdışı içerikleri ve psikodinamik nedenleri anlamaya çalışan bir yaklaşımla incelenir. Yeme bozuklukları, genellikle kişinin yeme alışkanlıklarında ve vücut algısında anormalliklerle karakterizedir. Psikanalitik bakış açısına göre, bu bozukluklar çeşitli psikodinamik nedenlere dayanabilir. Psikanaliz, yeme bozukluklarının genellikle kişinin içsel çatışmalarının bir yansıması olduğunu öne sürer. Bu çatışmalar, bireyin kendine olan algısı, beden imgesi ve kendini ifade etme şekli ile ilgili olabilir. Yeme bozukluklarının altında yatan bilinçdışı içerikler, genellikle bastırılmış duygusal deneyimler, çatışmalar veya dürtülerdir. Bu içerikler, kişinin yeme davranışlarını etkileyebilir. Örneğin, aşırı yemek yeme bazen bastırılmış duygusal gerginliklerin bir yansıması olarak ortaya çıkabilir. Psikanalitik teori, anoreksiya nervoza ve bulimia nervoza gibi yaygın yeme bozukluklarını incelemiştir. Bu bozukluklar, genellikle bilinçdışında beden imgesi ile ilgili sorunlar veya bilinçdışı çatışmalarla ilişkilendirilir.
Yeme bozukluklarının psikanalitik terapisi, kişinin yeme alışkanlıklarının ve bozukluğun altında yatan nedenlerin anlaşılmasını amaçlar. Terapi süreci, kişinin bilinçdışı içeriklerini ve duygusal çatışmalarını anlamasına yardımcı olur. Rüyalar, bilinçdışı içeriklerin sembolik bir yansıması olabilir ve yeme bozuklukları ile ilgili içsel çatışmaları ifade edebilir. Yeme bozukluklarını psikanalitik bir bakış açısıyla ele almak, kişinin bu bozuklukları aşmasına ve daha sağlıklı bir yeme alışkanlığı geliştirmesine yardımcı olabilir. Psikanalitik terapi, hastanın beden algısını ve bu algıların altındaki duygusal içerikleri incelemeye odaklanır. Terapist ve hasta arasındaki güvenilir ve destekleyici bir ilişki, terapi sürecinin merkezindedir. Hasta, terapistin rehberliğinde bilinçdışı içeriklerini keşfeder ve bu içeriklerle başa çıkmayı öğrenir.
Psikosomatik semptomlar, bireyin duygusal veya psikolojik durumuyla bağlantılı olan ve bedende fiziksel olarak meydana gelen semptomlardır. Bu semptomlar, bireyin stres, kaygı, depresyon ve ruhsal durumlarına karşı yanıt olarak ortaya çıkabilir. Psikosomatik semptomlar bir çok şekilde görülebilir. Stres veya ruhsal gerginlik, migren veya gerilim tipi baş ağrılarını tetikleyebilir. Kaygı veya stres, mide ağrıması, gastrit veya irritabl bağırsak sendromu (IBS) gibi mide problemlerine sebep olabilir. Psikosomatik semptomlar arasında egzama, sedef hastalığı ve sivilce gibi cilt problemleri de görülebilir. Panik atak veya yoğun anksiyete, nefes alma güçlüğüne yol açabilir. Stres veya gerginlik, kas gerilmesine ve ağrılara neden olabilir. Kronik stres, bağışıklık sistemini zayıflatarak enfeksiyonlara veya hastalıklara sebep olabilir. Kaygı veya panik atak, hızlı kalp atışlarına neden olabilir. Kronik stres veya depresyon, sürekli yorgunluk hissine yol açabilir. Uzun süreli stres, bağışıklık sisteminde olumsuz etkilere yol açabilir ve otoimmün hastalıklara sebep olabilir. Fibromiyalji gibi ağrı sendromları, duygusal faktörlerle ilişkilendirilebilir. Psikosomatik semptomlar, psikanalitik ekole göre bilinçdışındaki içsel çatışmaların bir yansıması olabilir. Bu çatışmaların bilinç düzeyinde ifadesinin olmaması, bedende semptomlar şeklinde görülmesine sebep olabilir. Dil, bireyin içsel dünyasını ifade etmenin ve dışa vurmanın bir yolu olarak kullanılır. Psikosomatik semptomlar, bireyin duygusal meselelerini veya içsel çatışmalarını ifade etme şekli olarak anlaşılabilir.
Psikosomatik semptomlar, bireyin psikolojik durumu ve duygusal yaşantıları ile bağlantılıdır. Psikosomatik semptomlar, psikoterapi ile çalışılabilir. Yalnız, bir tıbbi uzman tarafından da fiziksel sağlık problemlerinin olup olmadığı açısından değerlendirilmesi önceliklidir. Bu semptomlar, hem fiziksel hem de ruhsal sağlık açısından bir bütün olarak ele alınmalıdır. Psikosomatik semptomlar, psikanalitik terapinin bir parçası olarak ele alınabilir ve hastanın bilinçdışındaki içeriklere ve psikodinamik nedenlere erişmesine yardımcı olabilir. Bu semptomlar diğer semptomlar (kaygı, depresyon vs.) gibi işarettir ve bilinçdışı içeriklere ulaşmada bir araç olarak kullanılır. Terapi esnasında hastaların geçmiş travmatik yaşantıları veya çocukluk dönemi anıları incelenir ve semptomların kökenine doğru bir araştırma yapılır.
Aslında psikanalizin keşfettiği şey bir buluşmadan, temel bir buluşmadan ibarettir - sürekli kaçan bir gerçekle buluşmaya çağrıldığımız bir randevudan ibarettir.
Jacques Lacan