Website Banner | sedanarinc.com

Ayrılığın berisinde beliren bir 'nesne a'


12

Eyl 2024

Psikanalitik Psikoterapi

Ayrılığın berisinde beliren bir 'nesne a'

Lacan, XX. Seminer'de aşktan bahsederken, aşkın hedefinin ikiden bir yapmak olduğu ve ikiyi birde eritmeyi hedeflediği durumda farklılığın imhasına yöneldiğini belirtir. Peki nedir bu farklılığın imhası? Aşk, bu imhayı hedeflediği durumda neyi “göz ardı” ediyor? Bir kazı çalışması yaparak gözün, bakışın ardında ne bulabiliriz?

Aristophanes, aşkın kökenine dair bir anlatıda bulunur ve bize bir mit sunar. Bu anlatıda insanların önceden androjen olduklarını, yani iki kafası, dört kolu ve dört ayağı olan bir canlı olduğunu söyler. Ancak bu insanlar çok güçlü oldukları için tanrıya başkaldırırlar. İnsanların gerçekleştirdiği bu eylemler Zeus tarafından affedilir değildir. Zeus onları ikiye bölerse bu başkaldırının son bulacağını düşünür ve androjen insanları ikiye bölmeye karar verir. İkiye bölünen bu insanlar artık bir diğer yarısını aramaya mâhkumdur. Elveda birlik! Bu anlatıda Aristophanes, aşkın, bütünün arayışı ve arzusu olduğunu söyler. Bütün olma haline bakmak için ayna evresine, bebeğin bedenini bütünlüklü gördüğü ana geri dönelim. Doğumdan sonra ilk dönem bebek annesiyle bir ve bütün bir haldedir ancak burada bahsedeceğimiz bütünlük hali bir sonraki aşama olan, bebeğin kendisini gördüğü, ötesini farkettiği bir bölünme anını önceleyen bütünlüklü, ideal hal.

Çocuk kendisini ayna karşısında gördüğünde sevinçle karşılar. Bu aşamada bir hamleyle annesine döner ve “Bu sensin.” işaretini alır. Daha öncesinde parçalı olarak algıladığı bedeni bir anlık da olsa bütünlüklü bir hal alır. Özne, aynada kendisine bakan kendisini bir tutunma, bir dayanak noktası olarak alır. İdeal beninin, kendisinin hoşuna giden bir noktanın orada belirişini farkeder. Narkissos'un susadığı bir anda nehire eğilip su içmek istediği durumda kendisini farkedip güzelliğine âşık olması gibi. Bu aşama semboliğin oluşması için önemli bir aşamadır. Aynada yansıyan imge, temel olarak kökensel bir eksiği olan prematüre olan insanın (bakıma muhtaç diyebiliriz), bu kökensel eksiğini örtmesi için gelir. Aksi durumda parçalı bir yaşantı içinde kalacaktır. Burada aslında birlik halinin bir anlamda zorunlu olduğunu ve simgesele, dile tâbi olacak insan için şart olduğunu söyleyebiliriz.

Yenidoğan ihtiyaçlarını karşılayabilmek için Öteki'ye bağımlıdır. Bu ihtiyaçları karşılayabilmek için olan ağlayışlarının, çığlıklarının zaman içerisinde Anne tarafından şefkat, susuzluk, açlık gibi ihtiyaçlara dönüştürülmesi, kökensel olan bu acıyı bir çağrıya dönüştürür. Bu durumda yenidoğan bakım verene karşı kendisini bir talep içerisinde bulur. Zamanla bu taleplere Öteki tarafından ret cevapları, itirazlar, gecikmeler de geliyor olacaktır. Burada önce kendisine talep alanını açan ve sonrasında bu yanıtı belki de geciktiren, reddeden Öteki'nin ne istediği sorusu peyda olur. Çünkü Öteki'nin de talepleri vardır. Akıllı ol, uslu bir çocuk ol, yemeğini ye.. “Benden ne istiyor?” sorusuyla özne, Öteki'yle olan bu diyalektiğin içerisinde, mecburi olarak bu talebin kendi varlığının ötesinde olduğunu sezinlemek durumunda kalır. Ayna anında temellenen bu ilk ayrışma seviyesinde, arzunun alanı açılır. Arzuyu farkettiğinde (ilk olarak annenin arzusunu), anneden ayrışma başlar. Çocuk burada her şeye sahip olamayacağını, her koşulda zevklenemeyeceğini sezinler. Bu anlamda arzu bir yasadır. Çocuğun, her koşulda zevklenemeyeceğini duyuran bir yasa. Lacan'ın sözün olmadığı yerde zevk vardır söylemini buradan duyabiliriz. Çocuk burada aslında “hiç” ile özdeşleşir. Annenin arzusu fallustur, “hiç”in yeridir. Bu “hiç”i çevreleyen, sınırlarını belirginleştiren nesne a'dır. Lacan 11. Seminer'inde şöyle söylüyor: “Tamamen farklı nitelikte bir özdeşleşmenin kurulmasına yol açan ve ayrılık süreciyle devreye giren bir işlev daha vardır. Analizin keşfettiği o ayrıcalıklı nesneden söz ediyorum – objet a.” Arzunun nedeni olan nesne, objet a, öznenin kendisini oluşturabilmesi için, özneden kopan/eksilen şeydir. Eksikliğin, yani bahsettiğimiz fallusun yerini alır, ancak fallus olduğundan değil eksik olduğundan dolayı. Bir nesne olması gerekir– Lacan'ın söylemiyle birincisi ayrılınabilir bir nesne, ikincisi de eksiklikle bir türlü ilişkisi olan bir nesne. Bu boşluk/eksik bir temsilden itibaren şekillenebilir, ancak bu, boşluğu kapatmak olarak anlaşılmamalı, aksine bu boşluğu bir temsilden itibaren, öznenin farklılığını, biricikliğini kurabileceği öznel bir anlatı oluşturabileceği bir yer olarak okuyabiliriz.

Aşk ilişkisi içerisinde ikiyi birde eritmek dediğimiz tam da bu boşluğu, farklılığı imha etmektir. Aşktan ilerleyerek nesne ilişkilerine baktığımızda, aşkta sevilen nesnenin ötesinde olan eksikliğin, “hiç”in üzeri örtülür. Burada bu aşk ilişkisinin göz ardı ettiği/gözden düşürdüğü şey belki de bu boşluk/eksik olan “hiç”tir. Dolayısıyla Freud'un da söylediği gibi ego (özne), aşık olma ve özkıyım durumunda farklı eylemler de olsa nesneye yenik düşmüştür. Özne o boşluktan itibaren farklılığını ortaya koyabilir, öznel bir yer edinebilir. Bu sebeple boşluğu doldurduğunu sandığı durumda (sanmak diyoruz, çünkü bu boşluğun kapanması mümkün değildir) kendi farklılığını ve ötekinin farklılığını imha eder. “Ben seni seviyorum. Sen de beni seviyorsun.” Hepsi bu kadar.. Elbette değil. Burası tam olarak Aristophanes'in bahsettiği androjen insanlığa bir geri dönüştür. Ancak ardından belki de sevgi için bir şans varsa şu soru belirir: “Evet, sen beni sevdiğini söyledin. Ben de seni sevdiğimi. Bunu ikimiz de anladık. Ancak bu kelimeler artık yetersiz gelmeye başladı. Bana bunu niçin söyledin? Benden ne istedin?” Aslında bu soru mühimdir. “Benden ne istiyor?” sorusu arzunun alanını açar demiştik, bu soruyu buradan duyabiliriz. Çünkü bu soru anlamın ötesine doğru gider. Philippe Julien şöyle söylüyor: “Bu soru, sevginin ya da nefretin ötesinde ötekinin arzusuna açılır. İşte o zaman dilin, ötekinin arzusunun mutlak güvencesi olacak sözü söylemekte başarısız olduğunu keşfederiz.”

Lacan, aşkın aynada yansıyan bir serap olarak yanıltıcı olduğunu söyler. Narkissos nehirde kendisini gördüğü durumda, kendisine âşık olur, güzelliğinden gözlerini alamaz ve kendisine bakarak eriyip gitmeye başlar. Farklılığın imhası tam olarak nehrin kenarından ayrılamayan ve kendisine olan aşkından dolayı eriyip giden Narkissos'u andırır. Ayrılamayan demişken, birleşme ve ayrılma durumlarında ortaya çıkan nesnelere bir göz atabiliriz. Ayrılık kelimesini, burada belki ayrışma olarak okumalıyız. Bir tanışma olacağı durumda önce kelimeler çıkar ortaya, ardından çiçekler, yüzükler, belki bir ev içerisinde o manidar diş fırçası, aynı ev içerisine toplanan eşyalar vs. Manidar diyoruz, çünkü bunların bir anlamı vardır. Yavaş yavaş birleşir yaşamlar ve bu eşyalar da bu birleşimin bir anlamda kanıtıdır. Ayrılık durumunda ise parmaktan çıkan yüzükler, eşyaların toplanıp geri alınması, boşanma durumlarında da gördüğümüz üzere eşyaların paylaşılması, o senin, bu benim.. Peki bu verilip sonra da belki geri alınan nesnelere nasıl bakabiliriz? Burada mesele sadece kendinde olan nesne değil, onun da ötesinde olan şeylerdir. Aşkın içerisinde değiş-tokuş dinamiği sahip olunan şey üzerinden değil, sahip olmadığı şey üzerinden ilerler. Belki de idealleştirilen aşk ilişkilerinde verilen nesne, ötesinin göz ardı edildiği, “hiç”in örtülmesini hedefleyen nesnedir. Nesne burada bir örtü görevi görür. Çünkü aşk sahip olmadığını vermektir diyerek Lacan, aslında aşkta “hiç”in onu istemeyen birisine verildiğini söyler. Sanki burada aşk, öznenin başlangıçta, bölünmenin olduğu yerde (aynada idealini gördüğü ve ötesini, “hiç”i sezinlediği an) nesne a'nın gelip bu başlangıçtaki bölünmenin ortaya çıkardığı boşluğu doldurduğu ana (fallus ile özdeşleştiği, ilk başta annenin fallusu), sevilebilir olduğu ana mıhlanmak gibidir. Freud aşkın yalnızca narsisizim alanında saptanabileceğini söyler. Lacan'da şöyle ekler; “Sevmek esas olarak sevilmeyi ister.” Ancak aşk burada yanıltır. Yabancılaşmanın olmadığı ana geri götürür, aşk ilişkilerinde olan özdeşleşmeleri buradan okuyabiliriz. Sevdiği şey aynada gördüğü imgesidir, ötesini bir ötekine verir; sanki verilebilirmiş gibi. Yanılgı tam olarak buradadır.

İnsanlar aşksız yaşayamaz elbette, ancak Aristophanes'in belirttiği gibi androjen olma haline geri dönmek istediği durumda, öznel olanın yerini imha eder. Bu durumda da aslında bir nevi Narkissos'un kaderini paylaşır. Kendi ideal imgesinin karşısında eriyip gider. Bu sebeple öznenin ötesini de hesaba kattığı, eksiğin olduğu, gözden çıkararak değil belki de göze alarak bir karşılaşma mümkün olabilir. Buna aşk diyebilir miyiz? Bilmiyorum. Arzu yasasının devreye girdiği, bir dayanak noktası olduğu durumda, belki de bu dayanağın kendisinden itibaren “sen” veya başka bir “sen” ile yeniden yola koyulabilir. Ayrılığın yerle bir etmediği, bir ayağın her zaman dışarıda olduğu, nesnelerin sadece bir nesne olarak fırlatılıp atılmadığı bir sevgi neden mümkün olmasın?

Referanslar:

Sigmund Freud, Metapsikoloji
Jacques Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı
Özge Soysal, Nesnenin de Ötesinde Nesnenin Oluşumuna Dair
Philippe Julien, Anneni ve Babanı Terk Edeceksin